Grev deyimi, ilk defa IX. yüzyılın başlarında işçilerin toplu olarak işlerini bırakmaları sırasında Fransa'da kullanılmıştır. Gerçekte bu kelime Sen nehri kıyısında bir alanın ismidir ve o dönemde iş arayan işçiler bu alanda toplanmaktadırlar. Grev olgusuna ise insanlığın eski tarihlerinden bu yana rastlanır. Üretime emeği ile katılan insan, yaşamına ve onuruna aykırı koşullara karşı her zaman bir direnme göstermiş ve gerektiğinde emeğini üretimden çekerek sahip olduğu en etkili silahı kullanmıştır. Tarihte ilk belgelenebilen grev, III Ramses'in hükümdarlığı sırasında Mısır'da firavun mezarlarında çalışan işçilerin grevidir. Turin Müzesi'nde bulunan bir papirüse göre işçiler, kendilerine ücret yerine dağıtılan buğday verilmediği, kötü davranıldığı ve iş kazalarının fazlalığı nedeniyle Seti tapınağının arkasındaki alana oturarak işlerini bırakmışlardır. Ancak, greve, bütün çalışanların ve kölelerin değil, sadece yerleri doldurulamayacak nitelikte kalifiye işçilerin katıldıkları anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Babil'in son zamanlarında kalifiye işçi olan heykeltıraşların grevlerine tanık olunmaktadır. Buna karşılık Yunan toplumunda üretim yapan emek hor görülmesine rağmen sosyal bir direnmeye rastlanmıyor. Roma toplumunda ise grevci işçilere karşı yasal önlemler getiriliyor. Bu önlemler özellikle kamu kesiminde ve o dönem için yaşamsal sayılan fırıncılıkta, hububat nakleden gemilerde, darphanelerde grevleri yasaklıyor. Daha sonraki yüzyıllarda da benzer olaylara rastlanmaktadır. Güncel ve teknik anlamda grevler ise, ancak endüstri devriminden sonra ortaya çıkmış ve günümüzde işçilerin işverenlerle ilişkilerinde özellikle ekonomik bir savaşım aracı olarak önem kazanmıştır. Bu nedenle grevlerin serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu kapitalist toplumun bir ürünü olduğu ve emek ile sermaye arasındaki rekabete dayandığı kabul edilmektedir, işçi ve işveren ilişkilerinde, tek başına işçinin işveren karşısında ekonomik ve sosyal açıdan son derece zayıf olduğu gerçeği ile onun işverene kişisel olarak da bağımlı bulunması Fransız Devrimi'nin getirdiği eşitlik, özgürlük, sözleşme özgürlüğü ve serbest rekabet gibi liberal ilkelerin bir varsayımdan öteye gidemediğini açıkça ortaya koymuştur. İşçi ve işveren arasında eşitliğin, sözleşme özgürlüğünün, ekonomik ve sosyal haklar konusunda pazarlık olanağının sağlanabilmesi için işçilere, örgütlenme özgürlüğünün ve grev hakkının tanınması gerektiği, bugün artık bütün serbest piyasa ekonomisini kabul eden ve klasik parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerde, tartışılmaz bir gerçek haline gelmiştir. Grevin çağdaş anlamda işçilerin bir ekonomik ve sosyal savaşın aracı haline gelmesi ilk defa 18. yüzyılın başlarında İngiltere'de gerçekleşmiş ve bunu diğer ülkeler izlemiştir. Teknik anlamda grevin değişik tanımları yapılmakla beraber güncel grev olgusunun her yerde ortak olan yönü işçilerin, işveren üzerinde baskı yapmak ve bu yoldan amaçlarına erişebilmek için aralarında anlaşarak topluca ve geçici olarak işlerini bırakmalarıdır. Ülkemizde 1961 tarihli Anayasa grev hakkını işçilere bir temel hak olarak tanıdıktan sonra, 1963 yılında yürürlüğe giren "Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu" ile grev ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiştir. 1961 Anayasası'nın 47. maddesi uyarınca "işçiler, işverenlerle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak ve düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarına sahiptirler. Grev hakkının kullanılması ve istisnaları .... kanunla düzenlenir. Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası'nın 17. maddesi de "işçilerin, topluca çalışmamak suretiyle bir işkolunda veya işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak veyahut bir kuruluşun aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdiği bir karara uyarak işi bırakmalarına grev denir" düzenlemesi ile hem grevin daha somut bir tanımını yapmakta, hem de grevin temel niteliğinin işçilerin işi topluca bırakmaları olduğunu saptamaktadır. Aynı maddenin ikinci fıkrasında da yasal grevin tanımı yapılırken grevin amacının Anayasa ile uyumlu bir biçimde işçilerin ekonomik ve sosyal durumlarının korunması ve düzeltilmesi olarak belirlenmektedir. Ancak bu amaca uygunluk sadece yasal grev bakımından aranmaktadır. 1982 tarihli yeni Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 54. maddesi "Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunlar düzenlenir" hükmü ile grev tanımında önemli bir değişiklik getirmiştir. Aynı maddenin "Grev hakkı iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılmaz"; "Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde, sebep oldukları maddi zarardan sendika sorumludur"; "Grev ve lokavtın yasaklanabileceği veya ertelenebileceği haller ve işyerleri kanunlar düzenlenir" hükümleri ile grev hakkının Anayasa düzeyinde sınırları ve ilkeleri belirlenmiştir. Son olarak 5.5.1983 tarih ve 2822 sayılı yeni Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'nun 25. maddesinde yeniden grevin tanımı yapılmaktadır. Bu tanıma göre "işçilerin, topluca çalışmamak suretiyle işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak veyahut bir kuruluşun aynı amaçla topluca çalışmaları için verdiği karara uyarak işi bırakmalarına grev denilir". Eski yasadaki tanımdan farklı olarak işkolu kavramına burada yer verilmemiştir. Aynı hükmün ikinci fıkrasına göre de bir grevin yasal olabilmesi için aranan koşullar saptanmıştır. Yasal grevin amacı eski düzenlemede olduğu gibi işçilerin iktisadi ve sosyal durumlarıyla, çalışma şartlarını korumak veya düzeltmek olarak belirlenirken; Anayasa'ya uygun bir şekilde yasal grevin ancak toplu iş sözleşmesi yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde söz konusu olabileceği yeni bir koşul olarak getirilmiştir.
Almancası : Streik.
Fransızcası : grdve.
İngilizcesi : strike.
(Bk; Toplu sözleşme, sendikacılık, grev nevileri).